26 Aralık 2006

Yorgun Savaşçı - Kemal Tahir


Ben böyleyim işte. Herkesin okuduğu, bir nevi klasik sayılan, meşhur kitapları ancak kendime göre sırası geldiğinde okurum. Bunun tek nedeni ise benim arsız mı arsız kitap açlığımdan başkası değil tabi. Bu nedenle yerli yabancı pek çok klasiği ya yenilerde okumuşumdur, ya da hiç okumamışımdır bendeniz.

Dizi haline TRT tarafından bir zamanlar çekilip, sonra barbarca negatifleri yakılan Yorgun Savaşçı da o kitaplardan biri. Daha öne dokuz kitabını okuduğum ve bence değil Türkiye'nin, dünyanın en büyük yazarlarından biri olan ve de ne yazık ki asıl tanınması gereken dünyada hiç tanınmayan Kemal Tahir'in, bence okuduklarım arasında en güzel kitabı. Yer yer uzun diyaloglarla, başta olayların etrafında geliştiği kahramanı Cehennem lakaplı Topçu Cemil Yüzbaşı olmak üzere karakterlerin ağzından, hayata ve döneme ait bir çok eşsiz yoruma yer vermesiyle, bence diğer kitaplarından uzak ara farklı bir kitap. İstanbul, Bandırma, Akhisar, Manisa'ya yakın bir köy ve Bursa arka planlarında geçen roman, Kurtuluş Savaşı'nın az öncesi ve az sonrası, İstanbul ve Anadolu'daki durum genel hakkında son derece keskin, tarafsız ve dürüst bir betimleme yapıyor.

Anlıyorsunuz, aslında nasıl çetin şartlar altında bir mücadelenin verildiğini. Hele halkın, gönülsüzlüğünü, hatta yer yer karşı çıkışını Kuvayı Milliye'ye. Dahası o dönemdeki şartların ve geri kafalı insanların, nasıl günümüzde de bu kadar güçlü olduklarının izlerini apaçık görüyorsunuz ve üzülüyorsunuz.

Hele, Cemil Yüzbaşı'nın, İstanbul'da kaçak olduğu son günlerde, sahte bir isim altında birkaç gününü geçirdiği bir çeşit subay bakımevinde geçen bazı sahneler var ki inanılmaz derecede güzeller. Okurken Dostoyevski'den, Puşkin'den sayfalar geliyor gözünüzün önüne.

24 Aralık 2006

Kafamdaki Şarap Dumanları

Şarkı sözlerini ezberlediğim çağlardı. Çok eski demektir bu, abartıyor sanmayın. Ben çok da fazla ezberlemem şarkı, türkü sözlerini. Bir kıza aşık olmuştum Ezginin Günlüğü ile. Tracy Chapman ile bir başkasına o günler. Küçük, beyaz kağıtlara karalıyordum resimlerimi. Ve sonra hediye ediyordum birilerine.

Bu birileriydi benim dünya üzerinde bir yer işgal ettiğimin kanıtları. Okula yürüyerek giderdim, yürüyerek gelirdim akşam karanlığında. Samsun Asfaltı'nda, ortadaki refüjde yürürken bağıra bağıra söylerdim ezberlediklerimi. "Haziran'da Ölmek Zor". Bilmem hangi parayla, nereden aldığım basit bir de walkmanim vardı son senelerinde okulun. Günlük yazardım, şimdilerdeki gibi üşenmezdim. Yazacak ne çok şeyim olurdu. Durup durup birisine, birşeye aşık olurdum. Sonra gelsin şiirler. Minicik penceremden görünürdü Telsizler Mahallesi'nin herhangi bir otobüs durağı. Bir de anılarımın o ünlü iğde ağacı. Aşık olduğumun ne zaman farkına varırdım biliyor musunuz? İşte o iğde ağacının, mis gibi kokan çiçeklerinin kokusunu aldığımda. Yakınında olmadığımda bie hissederdim o bayıltıcı kokuyu. ne oldu şimdi acaba o ağaca?

Gecelerim kabuslarla dolu olurdu bazen. Hemen kalkar ve kitap okumaya çalışırdım. Deliler gibi kitap okuduğum zamanlardı o günler. Oğuz Atay da işte o günlerde girmişti hayatıma. Walkmanimin sesini sonuna kadar açtığım, kendimi "toplumun sokağa tükürdüğü biri" gibi hissettiğim, yapayalnız-kalabalık günlerdi. Anlattıklarımın altında hafiften bir gurur hissettiğinizi biliyorum. Ama gurur değil inanın. Yaşanmış, geri alınamayacak şeyler onlar. Onlar olmasaydı, bu ben olur muydu? Hayır.

Tertemiz ders notlarım vardı. Herkes benden fotokopi almak isterdi. Son senelerinde okulun, bu düzen sayesinde geçtim dersleri. Bir de son gece ders çalışmaları. Bir de acı gibi mocca kahveler. Sabahlardım, kalkar sınava giderdim, öğleden sonra kız arkadaşımla buluşur, okulun bahçesinde çimlere oturur, uyuyakalırdım.

Şarkı sözlerini ezberlediğim çağlardı.

15 Aralık 2006

Şule ile Demet

Havva ve Mübin

Eser...

Manu Chao - Desaparecido

Bilmiyorum neden yüzüme yapışmıştı o gülümseme, gecenin bir yarısı dolmuşla eve giderken. Ta Hoşdere Caddesi'nin sonlarına kadar silemedim yüzümden. İçtiğim iki kadeh rakıdan mıydı, yoksa senelerdir göremediğim arkadaşlarımı görmekten mi? Kocaman bir oh çekmişim sanki, o kadar rahat girdim yatağa o gece. Aralığın yedisi, yıl ikibinaltı. Yer: Mülkiyeliler Birliği. Bu kez bayrağı ele alıp, bizi bir araya getiren , sevgili Demet. Gecenin sürprizleri: Havva, Eser, Şule ve Mübin. Eser dışındakiler de benim gibi çoluk çocuğa karışmış. Kiminin oğlu, kiminin kızı, evlerinde beklediler o gece onları. Ama onlar bize söz vermişlerdi. İyi ki de söz vermişler; uzun zamandır geçirdiğim en güzel gecelerden biriydi. Güldük, eğlendik, bazen tatsız bir habere üzüldük, birbirimizin cep telefon numaralarını kaydettik.

Johnny Cash - Ghostriders

Yemekler de güzeldi. masanın etrafını çeviren biz on kişi, daha ilk dakikadan o kadar çabuk unutuverdik etrafımızı, kahkahalar, yüksek sesle sohbetlerin restorandaki diğer masaları nasıl rahatsız ettiğini farketmedik. Zaten bir süre sonra, boş masalar da dolunca, kimse bizi umursamadı.

Elvis Presley - You Are Always On My Mind

Şakir, Konya'daymış iş için yetişemedi. Tolga'ya geç ulaşabildi Mustafa. Tuğrul, Polatlı'daydı. Leyla'yı ise geç akıl edebildik. Fakülteden arkadaşların toplanmaları artarak devam edecek.

Toplantılarımız sürüyor, sürecek...

Soldan Sağa:

Cem, ben, Eser, Havva, Mübin, Leman, Mustafa, Hakan, Şule ve Demet.

19 Kasım 2006

İç Dökme...

Neden görüşüyorum ya da görüşmeye çalışıyorum bütün arkadaşlarımla? Uzun zamandır, kimileriyle on küsur senedir görüşmediğim arkadaşlarımla. Yanıtı önemli mi bu sorunun? Gerekli bir soru mu yoksa gereksiz mi? Ee, insan beş seneye yakın bir süredir neredeyse hiç çalışmamışsa ve bir sürü boş zamanı varsa, yılda kırktan fazla kitap okumak, ikibin şarkılık bir mp3 koleksiyonunu dinleyerek yürüyüşler yapmak, bir sürü favori tv dizisini takip etmekten başka şeylere de vakit bulabiliyor işte. Ne mi, tabi ki kendiyle başbaşa kalıp, ilgili ilgisiz, binlerce şeyi düşünmek, içinden konuşmak. Hatta bu içsel sohbetler o kadar yoğunlaşır ki bunalırsın, unutmamak için, onlarda edebi bir değer de olabileceğini düşünerek-umarak kendine bir ses kayıt cihazı hediye ettirirsin. Kafandaki düşünceler, acayip maymun iştahlıdır. Herkesi, herşeyi yiyip bitirmek ister bazen. Bazense duvarın dibine çömelip saklanmak, içine kapanmak, tam bir sessizlik ister.

Bir kere ulaşınca onlara, tekrar görüşebilmek için çabalayacak mıyım ilerde? Yoksa sadece içimi mi rahatlacak, iyi olup olmadıklarını görmek. Bilmiyorum. Belki bir seneden az bir süre sonra, neresi olduğu belli olmayan bir ülkeye gidecek olmak yaptırıyor bana bunu. Şimdi bir tek Oğuz kaldı, nerede ve nasıl olduğunu bilmediğim. Onu da bulacağım, biliyorum.

Bir veda yazısı gibi geldi birden gözüme yukarıdakiler. Sanki dönüşü olmayan bir yola giden birisinin son çırpınışları, kendisiyle yüzleşmesi, günah çıkarması, son dedikoduları duymaya çalışması, arkasında vedalaştıklarının kafasında soluk da olsa bir imge bırakmak istemesi gibi.

Yok, öyle değiller.

15 Kasım 2006

Soldan başlarsak: Cem, ben ve Bülent.
İkibuçuk yaşına yaklaşmış sayfamın adı YOLLARDA. Ama hiç yol fotoğrafı yok dedik. Alın size yol fotoğrafı. (Bu fotoğraf, yoğun bir siste, arkadan gelen arabaların çarpma ihtimallerinin yüksek olduğu bir anda çekilmiştir.)

İsaören Köyü'nde Bir Öğretmen


Biraz zaman geçsin istedim üzerinden, Cem'le birlikte yaptığımız günübirlik İnegöl seyahatinin. Bugün yine erken başladım güne. Hastane, belediye, tapu, banka ve banka. Sonra eve alışveriş ve dönüş.

İşte zamanı geldi. Nasıl başladığını anlatmaya başlamadan önce, filmin sonunu anlatayım. Muhteşem bir finali var. Oniki yıldır görülmeyen, üniversite yıllarında çok sevilen, çok kitap az mektup paylaşılan bir arkadaşı ziyaretin sonu gerçekten çok güzeldi. En güzeli ile geçtiğimiz pazar gününden beri aklımda kalan tek bir imge. "Ne güzel bir aileydiler, nasıl da birbirlerine yakışıyorlardı üçü de." Özeti bu.

1993'te ayrılan yollarımız, beni de Cem'i de Bülent'i de ne kadar farklı yollara sürüklemiş, şahit olduk sohbet ettiğimiz süre içinde. Bülent'in nasibine Siirt'te dokuz yıllık bir öğretmenlik düşmüş. Türlü zorluklar, unutulamayan dostluklar ve yakınlıklar, yokluklar, uzaklıklar, hasretler, terör korkuları, kimsenin görmediği, bilemeyeceği apacı gerçekler. Ama Fatma ve Alperen'le sımsıkı, sımsıcak, içiçe ve küçücük-kocaman bir aile.

Şimdi Bülent, bir köyde öğretmen eşiyle beraber. Oğulcukları da aynı okulun kreşinde. Bize bol bol anlattı, o hızlı ve bazen anlaşılamayan konuşmasıyla. Yeni eğitim sisteminden bahsetti; el yazısından, her sınıfta bulunan bilgisayarlardan ve internet bağlantısından, almayı planladıkları projeksiyon makinasından, kalite yönetiminden, öğlen öğrencilere verilen yemeklerden, mantar panoda motivasyon amaçlı notlardan. Ben kendi hesabıma çok bilgilendim. Yemyeşil İsaören Köyü de ayrı bir güzeldi. Sıra sıra meyve ağaçları. Kirazlar, şeftaliler, elmalar vesaire.

Gördüğüm en güleryüzlü ve sıcakkanlı Alperen'le oynadık azıcık, ortak tutkumuz Fenerbahçe'den bahsettik bıkmadan, okul anılarından, unutulmuş anılardan falan.

Belki de yaptığım en rahat araba yolculuğuydu Ankara-İnegöl yolu. Kolay değil, gidiş geliş tam yediyüzelli kilometre, sekiz saat. Ama Cem gibi bir yol arkadaşıyla hemencecik bitiverdi.

Sözün kısası , çok güzel bir gündü. Güzel insanlarla birlikteydik. Güzel insanlara, ailelerimize döndük.

Bülent, gözüm açık dönmedim Ankara'ya. Belki bir daha ya görüşürüz, ya görüşmeyiz. Ama içim rahat, seni iyi ellere emanet etmişler.

09 Kasım 2006

Ve Sonuç...



Fatih Usta İş Başında...


Birkaç telefon ve bir aydan sonra, sonunda BAŞATDER'de "Dünya Yemekleri" kursuna başladım. Beklediğimden daha profesyonel bir atmosferde ve son derece sıcak insanlarla, şarap eşliğinde yemek yapmak muhteşem.

Zaten son günlerim yoğun bir şekilde, Rachel Ray ve Jamie Oliver'ın yemek programlarını seyretmek, eski yemek dergilerinden tarifleri çıkarmak ve pişirmekle geçiyor. Yani adamakıllı sardı bu iş beni.

Kurstan Elif'in kanıma bulaştırdığı CIA - Culinary Institute of America ise iki gün ve gece boyunca hayallerimi süsledi. Nasıl gidebilirimi araştırdım, zor gibi. Önce Didem'in tayin yerinin belli olması lazım. En kötü ihtimalle, gideceğimiz yeni ülkede, tabi varsa, bir yemek okuluna gitmeli.

İlk ders, nefis bir Çin tavuk yemeği ile başladı : Kung Pao Chicken. Yanıda sebzeli noodle ve salata; gayet yakıştılar.

Gecenin en önemli noktası, benim kurstan son derece tatmin bir biçimde ayrılmamdı.

28 Ekim 2006

8 Ekim - İSTANBUL


Evet evet, tıpkı eski bir sevgiliyle buluşmak gibiydi. Daha önce eski bir sevgiliyle karşılaştım mı, sanmam. Peki nereden biliyorum bu duyguyu. Ne bileyim ben; İstanbul'a gidip, aslında hiç de hoş olmayan kötü ayrıntıları görüp de hatırlamak bile bozmadı yaşadığım o duyguyu. Ama, hep düşündüm durdum kendi kendime, neye benziyor diye o karşılaşma, evet eski sevgilinin ta kendisi. Sevmezdim kendisini aslında. Beni çeken belki o burnu havadalığıydı ya da çok şeyler görmüş geçirmişliği. Kesin benden önce de sevgilisi vardı. Ne bir tane milyonlarca eminim. Her gittiğimde arabayla kayboldum ben sokaklarında onun. Her gittiğimde üzerime geldi o kalabalığı. Kendimi çok Anadolulu, taşralı hissettirdi bana. Yaşamak için, gülmek için, eğlenmek için ayrı kanunları vardı. gezmek için çok güzel, en güzel şehirdi. Para kazanıp hayatını devam ettirmek içinse zor, gözüm yemiyordu.

İşte hep böyleydi, onu görünce sever, Ankara'ya dönünce unuturdum. Bu sefer öyle olmadı. sanki daha bir caka satıyordu Nobelli şehir İstanbul. Daha bir güvenli, ukala. Gözlerimi alamadım bu sefer ondan. Ayrılık ne de çok yakışmış haspaya. Oturmuş güzelliği, hala balık etinde, ama taptaze. Karacaahmet Mezarlığı'nın arkalarında, saatlerce mahsur kalmamıza trafikte, ülkenin en çirkin gecekondu-görünümlü gri-mavi apartmanlarının alabildiğine uzanmasına rağmen, çok etkiledi beni bu kez. Daha içindeyken özledim onu; hele dönünce, asıl o zaman anladım, ben bu kadını-şehri meğer nasıl sevmişim, nasıl onun bir parçası, çiğnediği bir lokma olmak istemişim. şair olmak, yazar sayılmak için yaşamalı içinde, milyonlarca sevgilisinden biri olmalı.

06 Ekim 2006

Geçen Yaza Özlem... *

Neydi bu kadar içimi daraltan? Havadaki nem mi, boşluk hissi mi? Sıkıntıyı tarif edememenin çaresizliği mi? Hepsi, bunların hepsi. Bir sürü de ıvır zıvır işte. Saçma sapan bir seyri olan hastalıklar. Amaçsız uyandığın, boş günler ve bir türlü ulaşamadığın arkadaşlar. Anlatamadığın duygular, çizilemeyen resimler, yapılamayan yemekler, gidilemeyen yerler. Koca bir hayatı, sadece zamanı doldurmakla geçirmeye çalışmak. "Bitse de gitsek" 'ler.

Dertsizliğin boğuculuğu ile nefes almaya çalışıyorum. Hava ise boğdukça boğuyor insanı. Yağsana yağmur, yağ artık.

Ah, bir yaz gelse; atsam kendimi denizin kıyısına, kitap okusam aralıksız saatler boyu, burnumda iyot kokusu. Akşama mangal yakalım, balık ya da et. Sulu sulu şeftali olsun masada, üzüm de karpuz da. Kayınpederle birer kadeh rakı bir de. Geceleri uyuyamayayım sıcaktan, sivrisinekten. Sabahları uyanayım, terden sırılsıklam. Alınamamış, bütün bir yaz da alınamayacak uykunun tatsızlığı. Kahvaltıda taze kaymak, yanında da dumanı üstünde gazete. Bomboş geçireyim günü. Belki İmren'den alınmış ve sürekli tırtıklanan lor tatlısı, irileri çıkmışsa ve fiyatı da uygunsa karides mangal için. Sonra hemen koşmalıyım kitabımın başına, hangi sayfada kalmışsam oraya.

Cep telefonum hiç çalmamalı, kızım suda oynamalı. Onun serin suya ilk girdiğindeki ürperişlerinin, kahkahalarının tadına varmalı. Hafiften titreyen kollarıyla sımsıkı sarılışını hissetmeli suda, bazen deli cesaretiyle senden kurtulup ileri atılışını veya buna can atmasını izlemeli, endişeli baba bakışını ihmal etmeden. Akşam, yatırırken onu, kafamdan salladığım, ama artık bir alışkanlık haline getirdiğimiz "İki Köstebek" masalını anlatmalı, onun uyumamak, sensiz kalmamak için uydurduğu bahaneleri dinlemeli.

Bahçede oturmalı yalnız, uzaklarda titreşen Midilli'nin ışıkların seyretmeli azıcık, Dalgaların sesi, bir ağustos böceği, çok uzaklardan geçen bir teknenin pat patları, yan evden gelen televizyonun sesi.

*Geçtiğimiz Mayıs ayında yazılmıştır.

05 Ekim 2006

Yeni Bir Diyet ve Hoşdere Caddesi














Sonunda, kilo vermek konusunda (üç basamaklı rakamlara ulaşınca) profesyonel yardım almaya karar verdim ve diyetisyenin verdiği diyete pazartesi günü başladım. İyi gidiyor.
Onbeş kilo kadar vermem lazım; yoksa sağ kalça kemiğim bana sorun çıkaracak ilerde. Hem böylece, dolaplarda yapayalnız duran bir sürü pantolon, tişört vesaireye de gün doğacak. Öğlene kadar, içinde azıcık sıvıyağ olan bir karnıbahar yapmakla geçti. Yaparken bile acıklıydı, yerken nasıl olacak bakalım.

Atakule'nin karşısındaki İş Bankası'ndaki işimi hallettim, kulaklığı taktım ve Latin ağırlıklı müziklerimi dinleyip, Hoşdere Caddesi'nden aşağı doğru yürümeye başladım. Hava da çok güzeldi. Uzaktan inşaatı devam eden , dairemizin de bulunduğu binaları seyrettim bir süre. Her çeşit dükkan varmış meğer bu cad
dede. Marketler, halıcılar, mobilyacılar, resim malzemesi satan mağazalar, teknomarketler, internet kafeler... Otuz dakikada ulaştım Larita'nın kreşine. Beraber yürüdük tekrar caddeye kadar. Elinde bir Toybox kutusu vardı. Şimdi açma dedim, evde açar , birlikte yaparız oyuncağını. Dolmuşa bindik; çok seviyor dolmuşları, belediye otobüslerini.

John le Carré'ın "Sıkı Dostlar'ını okuyorum. Gerçi ben çok iyi hatırlamıyorum ama, yetmişlerin sonlarında TRT'de yayınlanan Köstebek adlı dizinin de senaryosu ona aitmiş. Diziden tek aklımda kalanlar Alec Guinnes ve onun oynadığı Smiley karakterinin bir köprüdeki esir değişimi sahnesi. Bir de birkaç önce Didem'le DVD'sini izlediğimiz Panama Terzisi. Meğer onun da senaryosunu yazmış. Ben aslında filmi syrederken, yıllar önce okuduğum başka bir kitabı hatırlattığını düşünmüştüm. Graham Greene ve "Havana'daki Adamımız" . Hep çift taraflı çalışmış casusların hikayeleri sanki. Ama, yine de çok güzel bir kitap, zevkle okuyorum. (www.altinkitaplar.com/haberler.asp?HaberID=48)


01 Ekim 2006

C TAMİNİ

"Pardon, nerede acaba, bu Mikrobiyoloji Laboratuvarı?". Demek dördüncü katta. Tamam. Çık bakalım şu merdivenleri bir kat. Orada bir asansör var, önünde koca bir kova, tavandan akan su için. Ama bu asansör değil, bunun son durağı burasıymış. Sola dön o zaman, hah işte Büyük Acil'in birinci katı. Eee, şimdi nereye döneceğim. Koridorun sonuna ilerle, sağa dön, işte birbirinden lüks altı adet asansör. Bin bakalım dördüncü kata gidenine. İn şimdi, hani nerede bu Mikrobiyoloji yahu?!... Adli Tıp, Endokrinoloji bilmem ne. Aynı yollardan ve asansörlerden geri dön. Danışma'ya sor. İki bina ilerdeymiş.

Karanlık ve ıssız koridorlardan tekrar geç, işte laboratuvar, kimse yok gişede, zile bas, uykulu ve bıyıklı bir adam gelsin, bırak oraya, kırkbeş dakika sonra alırsın sonuçları acilin sekreterliğinden, desin. Tamam, öyle olsun. Ardında bıraktığın ekmek kırıntılarını takip edip dön acile. Geçsin bir saat, hani nerede bu toksikoloji sonuçları sekreter bey, verdim ya desin sana, biz ona CRP deriz desin. Arkasında hastane idaresinin verdiği "Ramazan Bereketi" paketi.

-Pardon, telefonunuzun şarjı var mıydı?

-Var, buyrun. Sizinkine ne oldu?

-Hiç, duvara fırlattım dün gece. Annem siroz da.

-Ya geçmiş olsun, çok zor valla çok...

24 Eylül 2006

ŞAKİR

TUĞRUL

MUSTAFA

TOLGA

CEM













Valla toplandık, billa toplandık arkadaşlar. Ne de güzel oldu , değil mi? Bir senedir zaten Cem ve Tuğrul'la buluşuyorduk. Son birkaç hafta Mustafa, Demet ve Leman da katılmıştı. Bir hafta öncenin assolisti sevgili Hakan'dı. Bu haftanın ise iki ağır topu vardı. Şakir ve Tolga. Malesef, Şakir'in saçları çok dökülmemiş. Böylece benim aldığım kilolar ve göbeğim yine geceye damgasını vuran konu olmayı sürdürdü. Alçak Hakan, sen ne demeye zayıflamışsın ki. Ya sen Tolga ; insan üçüz çocuk babası olur da hiç mi yıpranmaz kardeşim.


Gece, gerçekten çok hoştu benim için. Sürekli güldük, dedikodu tavana vurdu. Hepinize sağolun.

12 Eylül 2006

Babasının Kızı...

TEMBELLİK BİTTİ...

Koca, sıcak bir yaz geldi, geçti. Ayvalık'a doydum sayılır. nasıl alışmıştım halbuki akşamları saat yedi gibi mangalı yakıp, etleri atıp, herkesi sofraya çağırmayı, kayınpederle birer kadeh rakı parlatmayı.

Yazın sonlarında, ne zamandır Cem ve Tuğrul'la düşündüğümüz, ama bir türlü başlatamadığımız projeye el attık. Okuldan arkadaşları bir bir toparlamaya, en azından iki haftadır bir araya getirmeye başladık. İlk iki buluşma çok hoş geçti. Hatta sonuncusunda Hakan bile vardı. Yıllar nasıl hepimizi, dış görünüşümüzü, iç dünyalarımızı diye, eminim hepimiz acı acı düşündük. Zaman acımasız. Dur bakalım, devam edebilecek miyiz? Dün Şakir'e, bugün de Tolga'ya ulaşabildim. Umarım yarın gece onlar da gelirler.

22 Haziran 2006

21 HAZİRAN 2006 - AYVALIK

Yılın en uzun gününü Ayvalık'ta karşılamak varmış. Yanıyordu bugün ortalık. Ayvalık Merkez'de 37, Teknik-Güç Birliği'nde 35 derece. Sayfiye yerlerinde sıcağı tarif etmek için sarı veya kırmızı renk yetersiz, eksik bir benzetme bence. Lacivert renkte buralarda sıcak. Evet, lacivert valla. Ne bileyim, belki denizin yanıbaşında olduğumuzdan.

Cunda'ya tekneyle yanaşırken, limanın ve restoranların sağına düşüyordu , o güzelim konak; Hani nerede olduğuna kendisinin de şaşırdığına emin olduğum, sema dönen mevlevi derviş heykeli var ya, tam onun arkasında. Belli ki eski bir rum yapısı. Yıkık dökük, fena bir halde. Ne hayallere daldım bir bilseniz. Benim olsa, aslına uygun restore ettirsem diye.

Nasıl seviyorum ben Ayvalık'ı. Her şeyini. Eski sokaklarını. Akıllanmış emlakçıların satmaya uğraştığı Rum evlerini. Meydandaki minyatür balık halini. İmren Pastanesi'nin lor tatlısını, hoşmerimini. Gediz'in lor peynirini. Tansaş'ın yanıbaşındaki tostçuları, hatta Tansaş'ın serin taş binasını. Gümrük'ten meydana yürürken, ara sokaklardaki küçük lokantaları. Meyve-sebze haline gelmeden, yine sokak aralarına dağılmış şrin birahaneleri ve kokularını. Engürü'nün sahilinden denize girmeyi. Ve daha bir sürü şey işte.

Ayvalık'tan lacivert sevgiler...

Sahte Hunter'la yemek sonrası keyfi... Olsun , biz onu Hunter sanıp bol bol kemik verdik, bir mangal sefası sonrasında. Nasiplendi garibim. Gerçi ondan sonra da bir daha görmedik. Zaten bu sene Ayvalık'ta ne doğru dürüst sokak kedisi var ne de köpeği. Posted by Picasa

25 Mart 2006


Oyun Grubunun "EN GURME BABASI" ödülünü alırken Posted by Picasa

24 MART 2006

Yine üst kattaki terbiyesizlerin, sabahın köründe mobilyaları çekerek yaptıkları gürültüyle uyandım. Zaten, kombinin kuruttuğu, PVC doğramaların iyice havasız bıraktığı evimizde, nefes almakta zorlanarak tatsız bir uyku geçirmişim. Bu da nereden çıktı şimdi.

Kızımın annesini çağırmasıyla, yanına gittim hemen. Annesini sordu her zamanki gibi. Ona işte olduğunu söyleyince, suratı asıldı yine. Çıkmak istemedi yatağından. Sonra gönlünü aldım, çıktı, üstünü değiştirdim, çişini yaptırdım, televizyonu açtım, o seyrederken ben giyindim. Çıktık beraber evden; anneannenin evine gittik. Kahvaltı, gazete okumak, beraber oyun derken, Serpil Abla da uyandı. Hep birlikte Kimlik'e gittik. Bu üçüncü gidişim. İnanılmaz bir indirim kampanyasındalar. "3 al 1 öde", "2 al 1 öde" gibi çılgın promosyonlar. Gayet kaliteli tişörtlerin üç tanesini yirmibeş, yirmialtı YTL'ye aldık. Bir sürü aldım tabi. Lara etrafta dolaşıp, son geldiğimizde beraberce koşturdukları çocuğu arayıp, nerede arkadaş diye sorup durdu. Ben bir iki tişörtü denerken, o da kabine girdi. Bir ara ben başka taraftayken, o, anneanne ve Serpil Abla'dan kaçıp, boş bir kabine girmiş, ardından da kapıyı sürgülemiş . Hemen gittim, allahtan uzatmadı da hemen açtı. Çıktık. Onları Atakule'nin köşesine bıraktım. Ben Armada'ya gittim. Biraz vitrin bakıp, üst kata, yemek yenilen bölüme çıktım. Dergilerimi okumaya başladım. Yan masadan üç TSM, okuduğum dergiyi görünce, benden dizüstü bilgisayarları için yardım istediler. İhtiyaçları olan programı netten bulup indirdim. Yarım saat muhabbet ettik, sonra Serkan ve diğerleri geldi. Bol bol gülüp eğlendik, işlerine döndüler. Ben biraz daha vitrin ve mağaza turladım, akşama sinema için bilet aldım ve Senem Annemlere geri döndüm. Saat dört buçuk gibi kızımı öpücüklerle öğle uykusundan uyandırdım. Yatakta biraz oynadık. Onu bırakıp, üstümü değiştirmeye eve gittim.

Yedi buçuk gibi Didem'i aldım Bakanlıklar'dan, Arjantin Caddesi'nde Sushico diye bir restorana gittik. Ortam güzeldi. yedi-sekiz aydan sonra ilk kez sushi yedim. Çok başarılı buldum, şarap da güzeldi. Ordan çıkıp, yine Armada'da sinemaya yetiştik. Paşabahçeden shot takımı aldık çok uygun fiyata. Mavi'den beyaz bir tişört bana, bir adet kemer Didem'e. Tarantino'nun prodüktörlerinden biri olduğu OTEL'e girdik. Beğendik. Erotizm, gerilimden baskındı.

Eve dönüşümüz geceyarısını buldu. Kızımızdan başka şey konuşamaz olduk. Çok özledik sıpayı.

23 Mart 2006

Türkiye'ye Veda...


Posted by Picasa

ARJANTİN GÜNLÜKLERİ 1

Alitalia'nın uçağının yere ne zaman ve nasıl konduğunu hiç anlayamadık, ikimiz de. Çok yoğun bir bulutun içinde alçalmaya başlamıştı uçak. Yağmurlu, rutubetli bir hava hakimdi Buenos Aires. Çıkış tünelinin hemen ucunda karşıladı bizi Cemal Kalay (kulakları çınlasın). Otuz küsur senedir Arjantin'de Kalay, eşi Monica ile İstanbul'da tanışmışlar. Neyse Kalay bizi bavullarımızı alacağımız yere götürdü. Aynı anda bir sürü denizaşırı uçak indiğinden, ana baba günüydü ortalık. Böyle olunca, bagajımızı almamız bir saati buldu. O kadar yorgunluğun üzerine çok kötü oldu bu tabi. Kalay, bizi çıkışa götürdüğünde, ilk kez diplomatik kimlik taşımanın avantajlarını gördük. Ne bavullarımız arandı ne de en ufak bir aksilik oldu. Dediğim gibi yağmur yaıyordu. Elçiliğin bir kaç ay içinde satacağı, meşhur dev Cadillac'a kurulduğumuzda, ağır ağır çalışan silecekler, ve yine ağır ağır gaza basan Kalay yüzünden az kaldı uyuyordum. Çevre yolundan Belgrano'ya ulaştık. İlk durağımız elçiliğimizdi. Bizi çok güzel karşıladıklarını söyleyebilirim. Çalışanların. Dört buçuk sene öncesinden bahsediyorum, ama sevgili Erkan ve Zeynep'in o ilk günki yakınlıkları ve sıcaklıkları, bizi o kadar rahatlattı ki. Öğle yemeğini orada yedikten sonra, İlker'in boşalttığı apartman dairesine yollandık. Bu daire, önümüzdeki ondokuz gün yuvamız olacaktı. Bir oda bir salon, köhne bir daireydi. İlker'in daha satmadığı bir iki eşyayı kullandık bu ilk günlerde. Bu daireyi pek te iyi hatırlamamamın bir nedeni de, daha ilk hafta başlayan bel ağrılarım oldu. Bu ağrılar ki, beni dört yıl yerden yere vurdu, haftalarca evden dışarı adım atamadım, kilo aldım, çok zor günler yaşadım. Neyse ki bugün hiç bir araz bırakmadı o illet.

26 Ocak 2006

İşte doğduğum , yarısı yıkılmış köy evi... Posted by Picasa

GEÇİŞ DÖNEMİ VE İÇ KARIŞIKLIKLAR

II. Ertuğrul'la III. Ertuğrul arasında beş aylık , şimdi bile gün ışığına çıkarılmamış olaylarla dolu bir süre vardır. Bu zaman zarfında bir takım dış güçler, çeşitli şekillerde idareyi ele geçirmek istemişlerdir.

Geçici hükümette görev alan M. Gorki ve arkadaşları, ülkede huzuru sağlamak için, bazen aşırıya kaçan önlemler almak zorunda kalsalar da, çok çabalar sarfetmişlerdir.

II. ERTUĞRUL DÖNEMİ VE ISLAHATLARI

V. Ertuğrul, II. Ertuğrul'un I. Ertuğrul'un hastaneye zorla yatırılmış biçimi olduğunda ısrarlarını sürdürmüşse de , bu pis iftira VI. Ertuğrul zamanında aklanmış ve bu şekilde tarihe not olarak düşürülmüştür.

II. Ertuğrul, kitap sevgisini yaygınlaştırarak, yurduna büyük hizmetlerde bulunmuştur. Kendisinin en sevdiği yazar ise Yaşar Kemal'dir.

Bu değerli şahsiyet, genç yaşta geçirdiği bir trafik kazası neticesinde aramızdan ayrılmıştır. Kendisini saygıyla anıyoruz.
... Posted by Picasa
Alper Sokak Posted by Picasa
Carilo ve Atlantik... Posted by Picasa

01 Ocak 2006

23 MART 1990

I. Ertuğrul, 1971 yılının Ekim ayında iki oda, bir sandık odasından ibaret, kerpiçten bir köy evinde, bir ayağı topal ebenin de yardımlarıyla dünyaya ağırbaşlı bir giriş yaptı. Doğumun zor olduğunu şimdi bile hatırlayan Hasibe Ebe, ta o zamanlar bir gariplik olduğunu farkettiğini söyler. I. Ertuğrul, üç yaşına kadar , şimdi hatırlayamadığı bir dilde konuşur. Çok oburdur; özellikle annesinin başörtülerini kemirmekten zevk alır.

Yarım düzineden fazla teyzesi vardır. Bu yüzden de bütün çocukluğu, kızların oynadıkları oyunlarla geçer. Bu evcilik yıllarında, karısı olacak kızı kendisi seçmek istediğinden ve o günlerde şehirli koca adayı kıtlığının doruk yapması nedeniyle, kızlar arasında sık sık parlayan kavgalara yol açar. Bu kavgalardan en çok Yasemin ve Saime galip çıkarlar. Yukarda bahsettiğimiz teyze bolluğu, I. Ertuğrul'un çok erken yaşlarda Ses ve Hayat dergileriyle , ipler yardımıyla bacak tüylerinin alınmasıyla ve İskender Doğan gibi zamanın yürek yakan şarkıcılarıyla karşılaşmasına vesile olurlar.

Çocukluğunda duyduğu en ciddi söz "küçükken çirkin olanlar büyüyünce güzel olurlar" dır. Bu söz birkaç yıl yaşamının en felsefi sözü olmakla kalmaz, içinde hiç sönmeyen bir umudun da doğmasına sebep olur.

İlk okuduğu kitap, "Cin Ali Hayvanat Bahçesinde" dir. Hem bu çöp insanların basit ama sorunsuz hayatları hem de yine o kadar basit çizimler, çok bağlar I. Ertuğrul ile Cin Ali'yi birbirine.

Sırasıyla tüm Ertuğrul'lar, Sevgi, Beyhan (ilkokuldaki), sonradan eczacı olan Yonca, Sevinç, Beyhan (ortaokuldaki), Yasemin, Danimarkadangelenuzakakrabanınkızı, Dilşat, Arzu (Dilşat'ın kuzeni olan) , Güldeniz, onsekiznumaradakidişhekimliğiöğrencisin kardeşi İzmir'li Yıldız-Ulduz , Figen , Semiha, Ayten, Betül, Arzu'ya aşık olurlar.

Sevgi daha ilkokulun birinci sınıfı bitmeden İzmir'e taşınmış, bir akşamüstü Sevgilerin evinin bahçesinde oyun oynamaya dalıp eve geç geldiği için annesinden sokak ortasında yediği dayak ta böylece boşa gitmiştir. Danimarkadangelenuzakakrabanınkızı, Figen, Semiha ve Ayten'den sıkılmış, Dilşat bir başkasını seçmiş, Arzu Amerikalara gitmiş ve en son gerçekleşen bu ayrılık da Ertuğrul'ların sonunu hazırlamıştır.

I. Ertuğrul, 19 Eylül 1989 günü yakalandığı amansız hastalıktan kurtulamayarak, 24 Eylül günü akşam saat yedide, Toprak Bilgisi bütünleme sınavı sonrası hayata gözlerini yummuştur. Öldüğünde ceplerinde, 2 adet anahtar, bir adet sümüklü Selpak mendil, yirmi yıldır sakladığı köpek dişi, bir adet DMO silgi, 0,9 kalem ucu (bir kutu), Arzu'ya ait siyah beyaz bir vesikalık ve bir adet ünlem işareti bulunmuştur. Son sözleri "cuma günü Termodinamik'te yerime yoklama verin" olmuştur.

Yerine geçen II.Ertuğrul, I. Ertuğrul'un cesedini, gizlice Mogan Gölü'ne attırmıştır (!).

Allah rahmet eylesin,

Amin.

SiTEM

Ve küçükken beni döven, kapıcının oğlu Yücel, yaşça büyüğüm olup, bana ağza alınmadık küfürleri öğreten, Hoca'nın oğlu Mustafa ve abisi Mehmet, oyunlarımızı hep bozan mızıkçı İlhan ve bana ilk sigarayı içiren Coni abi ve ağzımın sigara kokmaması için bana kuzukulağı yediren yalancı Erdal ve durmadan ağlayıp sızlayan, kasabın oğlu Erdoğan ve gözlüğümü kırıp kaçan tanımadığım çocuk ve dolmakaleminin içinde ışıklar var diyip pullarımı elimden alan Suat, 3 tekerlekli ve tek bisikletimi daha ilk haftasında kıran, Zehra Teyze'nin oğlu Hakan abi, hepinizin, hepinizin alacağı olsun.