22 Eylül 2010

Rüyalardan...

Osman dayıma ait hiçbir fotoğraf yok elimde.Benden sadece bir yaş büyük Osman dayımın bir tane bile fotoğrafı yok. Ne yazık. Gerekli gereksiz binlerce fotoğraf var elimde. Neden eskiye ait bir tane bile yok.

Hani yıllar önce kaybettiğiniz ya da ne bileyim aranızdaki bağın kopup gittiği insanların yüzlerini unutmaya başlarsınız ya. Kafanızda canlandırmaya çalışırsınız, uğraşır uğraşırsınız, bir türlü olmaz, yapamazsınız. Hepimizin başına gelmiş, hayıflanmışızdır. Benim , Osman dayımın yüzünü unutmam mümkün değil. Sürekli rüyalarıma giriyor. Aslında sürekli diyince, çok sık gibi anlaşılıyor, kastettiğim düzenli aralıklarla yani. Onu kaybedeli oniki-onüç yıl oldu sanırım. Öyle kötü bir anı ki, tam zamanını bile hatırlamıyorum. Son aylarında yüzü çok değişmişti dayımın, kurumuş, avurtları çökmüştü. Ankara'ya bir doktor ziyaretine gelmişlerdi. Kalp kapakçığında bir sorunu vardı. Tıpkı genç yaşta, ardında küçücük bir kızı bırakıp göçen teyzem gibi. Çok zayıflamıştı, oturup kalkarken, çektiği ıstıraptan inliyor, aynı pozisyonda rahat edemediğinden sürekli kımıldanıyordu. Öleceğini biliyordu eminim, gözlerinden okunuyordu. Ama ben o halini , tam da o halini hiç hatırlamıyorum. İşte o zamanki yüzünü bir türlü canlandıramıyorum gözümün önünde.

Osman dayım down sendromluydu (http://tr.wikipedia.org/wiki/Down_sendromu). Dokuz kızının ardından, bir erkek için çırpınan dedem, dayımın doğumuyla mutluluktan havalara uçmuş olmalı. Küçükken hatırlıyorum, sayısı iki elin parmaklarına yaklaşan teyzelerimden, dayımın bu halde ol masından dedemin annesinin sorumlu olduğunu, daha birkaç aylık bebekken çok soğuk suyla yıkamakta ısrar etmesi, sonra hastalanması yüzünden dayımın bu hale geldiğini defalarca dinlemiştim. Sadece dinlememiş, o cadı büyükbüyükanneden nefret ederek büyümüştüm. Teyzelerimden bu kadar etkilenmemin tek sebebi sayıca çok olmaları değildi tabi. Yaşıtlarımın çoğunun yaz tatillerini sayfiye yerlerinde geçirdiği yıllarda, ben her yazımı, yani nereden baksanız iki-üç ayımı Yeniceoba nahiyesini çarşıya yakın yarı kerpiç-yarı taş bir evinde, teyzelrerimden masallar dinleyerek, onların ortaokul veya lise tarih kitaplarını okuyarak, ama en çok ta ya onlardan bir-ikisi ve mahallenin diğer kızlarıyla evcilik oynayarak, Ankara'dan gelen bir erkek olmanın verdiği büyük avantajla mahallede popülerliğin bulutlarında  geçiriyordum. Bunu kimseleri eleştirmek için söylemiyorum. Bu yüzden hayatım boyunca bir eksiklik de  hissetmedim zaten. Çok güzel geçti yazlarım, sonra başka bir yazıda anlatırım. Yine konudan uzaklaşmaya başladım.

Neyse, oğlunda bir sorun olduğunu anlamaya başlayan dedem, son bir kez daha şansını denemiş. Ama heyhat, bu kez de benden bir yaş küçük bir teyzem oluvermiş. Gerçi dedemin bu ısrarı sayesinde, yazlarıma, çocukluğuma damgasını vuran bu "yaz aylarını köyde geçirmeler" olgusuna dedem,  Osman dayımdan sonra Maide teyzem gibi yeni bir oyun arkadaşı kattı hayatıma. 

Osman dayım, şimdi düşünüyorum da, o zamanki koşullar göz önüne alındığında, son derece iyi eğitilmiş, kendi ihtiyaçlarını fazlasıyla görebilen biriydi. Hatta yemek sofrasını kurmak, kaldırmak, gece yer yataklarını sermek gibi görevleri de sabırla yerine getiriyordu. Bu eğitime malesef bir okul eğitimi eklenememiş.

Hatırladığım bir-iki anım var onunla.  İlk aklıma gelen bize  olan düşkünlüğünün başına açtığı bir tanesi. Ben teyzelerimden duydum, aktarıyorum. Herhalde yedi-sekiz yaşlarında olmalıyız. Ankara'daymışız. Osman dayım çok özlemiş bizi. Köyün çarşısına gitmiş. İlk geçen köy dolmuşunu durdurup binmiş, ben Ankara'ya gidiyorum demiş, ancak en fazla Kütükuşağı köyüne kadar inen dolmuş, onu orada indirmiş. O köyde dedemi tanıyan biri geri getirmiş de, dedemlerin cehennem azabına dönüşen arama çabaları sona ermiş. Bir gün de, bunu ilk defa okuyacak annem ve babamdan sıkı bir fırça yemek pahasına yazıyorum, dayımla, metal televizyon dolabının kilitli alt gözünü kanırtarak açıp içinden gizlice aldığımız, dedemin ruhsatlı tabancasını, gömleğimin içine sokmuş, birlikte köyün o zamanlar daha kurumamış olan göletinin kenarına gitmiş, etrafımızı sıkı sıkı kontrol ettikten sonra tabancayı çıkartmış, uzun uzun incelemiştik. Allahtan elimizden bir kaza çıkmamış. Keşke yaşamasaydım, keşke yapmasaydım dediğim anılarımın prehistorik örneklerinden burudur bu yaramazlık. Çünkü sonrasında, bir kaç ay sonrasında yani, dayım bu kez gizlice tabancayı almış, elinde evirip çevirirken, emniyetini açmış, tabanca elinde ateş almış ve kurşun avucunu delmiş. Dayım o kurşunun izini ölene dek elinde taşıdı. Ben hala yüreğimde taşıyorum.

Peki neden giriyorsun durmadan rüyalarıma dayı.?Kaybettiğim onca insana rağmen neden sen. Bir gece, yine girdiğinde rüyama , anlatacak mısın bana sebebini?