24 Mayıs 2012

MYANMAR, Bölüm 7

Ngwe Saung
Ngwe Saung

Yastığımı da unutup Nyaungshwe'ye, Aquarius Inn'e veda ediyorum. Önce bir pikapın arkasında, iki fransız ve tabi ki bizim dört Wuhanlı ile yol ayrımına, Yangon otobüsüne bineceğim yere gidiyoruz. Oradan 500 kilometreyi 15 saatte alacağım otobüs yolculuğu başlıyor. Inle Lake'e geldiğim otobüsten daha konforlu bir otobüs nihayet. Wuhanlılarla biraz konuşuyorum; onlar benden bir sonraki otobüse binecekler. Oldukça yavaş ilerliyoruz dağlık araziden. Sık sık yol yapım çalışmaları yüzünden bekliyoruz dakikalarca. Sırtlarında çakıl veya ermiş asfalltla yüklü sepetler taşıyan işçileri seyrediyorum. 

Gece daha önceden tanıdığım mola yerinde duruyoruz. Otobüsten inip daha birkaç metre uzaklaşmadan, Wuhanlılardan birisinin karısı yapışıyor koluma ağlamaklı. Nasıl panik içinde nasıl ağlıyor anlatamam. İndiği otobüsü şimdi bulamadığını anlatıyor nefes nefese. Dizi dizi otobüs arasında kaybolmuş. Sakinleştiriyorum, mola yerine doğru ilerleyip eşini bulmaya çalışalım diyorum. Allahtan biraz sonra kocası görüyor ve buluyor bizi. Wuahnlıları son görüşüm bu oluyor.

Sabah gün doğumunda Yangon'a varıyoruz. Kavga döğüş bir taksi buluyorum ve sahile gidecek bir otobüs bulma umuduyla diğer otobüs terminaline bir saatlik bir yola düzülüyoruz. Malesef Chaung Tha Beach'e giden otobüsü ucu ucuna kaçırmışım. Çaresizce Pathein otobüsüne biniyorum. Altı saat sürüyor oraya varmamız. Terminalden bu kez bir motosiklet-taksinin sırtında kasabanın küçük terminaline gidiyorum. Chaung Tha otobüsü yine kaçmış. Ne yapalım, ben de Ngwe Saung'a gitmeye karar veriyorum.

Otobüsü beklerken karnımı doyuruyorum. Otobüsüm geliyor ve biniyorum. Yine orta koridorda tabureler. İki saatlik yolu, geçtiğimiz her yerleşim yerinde durup yolcu indirip bindirerek ya da mektupları dağıtarak üç saatte alıyoruz. Yorgunluktan ölüyorum, bir an önce varsak artık. Akşam üstü varıyoruz Ngwe Saung'un kuzey ucuna. Burada yandan sepetli bir bisiklet-taksiyle 20 kilometrelik sahilin güney ucundaki Shwe Hin Tha Hotel'e varıyorum. 

24 saati bulan, 1 pikap-3 otobüs-1 taksi-1 mototaksi-1 bisikletaksi kadar süren ve yer yer eziyete dönen yolculuktan sonra denizi, Bengal Körfezini görmek derin bir nefes aldırıyor. Yorgun kaslarım, kemiklerim birazdan huzura erecek. Otel dediğime bakmayın, lükslükten tümüyle uzak ama oldukça büyük bir tesis burası. Birkaç betonarme birkaç ta ahşap bungalowdan oluşan güzel bir konaklama yeri. Hemen üzerimi değiştiriyor ve sahile iniyorum. O kadar sakin ki, birkaç yerli ve yabancı turistten başkası yok. Güneşin batışıne seyre dalıp Ulmo'nun müziğini dinliyorum. 




Son bir not daha düşeyim bitirmeden. Lonely Planet'in Myanmar üzerine ağır politik eleştirilerine önceleri önyargıyla yaklaştığımı, bu eleştirileri -medeni- batılıların hafif küstahlıklarıyla bağdaştırdığımı kabul ediyorum. Ancak her geçen gün, yani ülkeyi ve güzel, güleryüzlü, kibar ve alçakgönüllü insanlarını, onların yaşayışlarını gördükçe fikrim değişmeye başladı. Acıklı diyebileceğim bir manzara karşısında cuntaya kızgınlık duymamak zor. Başkent dahi elektrik kesintileriyle boğuşuyor. Sokak lambaları yanmıyor. İnsanlar sanki kendi kaderlerine bırakılmış gibi.

Şehirlerarası yollar berbat. Özellikle kentler dışında temiz su sıkıntısı çok fazla. Doğal kaynakları bakımından zengin olan bu ülkenin insanlarının temel gereksinimelerini bile zorlukla sağlayabilmeleri insanın içini acıtıyor.

23 Mayıs 2012

MYANMAR, Bölüm 6


Inle Lake

Sabahın dördünde kalkıyorum. Sırt çantamı, kamera çantamı, koca yastığımı ve diğer ıvır zıvırları taşıdığım IKEA torbasını ön bahçeye çıkarıyorum. Inle Lake otobüsünü beklemeye başlıyorum. Ne çok Fransız turist var bu ülkede. Otelde kalan birkaç Fransız da benim gibi beklemeye başlıyorlar gecenin karanlığı sürerken. Arkadan bir yerlerden budist mantraları yükseliyor gökyüzüne.

Neyse otobüs görünüyor sokakta. Kalkıyoruz diğerleriyle beraber. Otobüs de otobüs ama. Kısa, dar ve eski mi eski. Birisi sırtımdaki ağır çantayı alıp, otobüsün üzerindeki bir diğerine fırlatıveriyor ne oluyor diyemeden. Beni nasıl bir yolculuk bekliyor acep? 

Otobüste dün Ananda Pahto'nun dışında lafladığım Çinliler de var. Otobüsün yarısından çoğu turist benim gibi. 12 saatlik yolculuk başlıyor. Bagan-Nyaungshwe yolu, tıkış tepiş, bol çukurlu, sıcak ve tozlu geçiyor. Koridorlara tabureler konuyor ekstra yolcular için. Budist rahipler, köylüler, tavuklar. Yukarıda otobüsün üzerinde çantaların yanında da insanlar var. Bunların yanına ilk mola yerinde içerinin sıcaklığından bunalan bir-iki yabancı da  katılıyor. Wuhanlı dörtlü biraz sonra Çin'de popüler olan son şarkılardan bir demet sunuyorlar portatif müzikçalarlarından avaz avaz, vatan özlemi sarıyor içimi, Pekin'i özlüyorum. 

Aquarius Inn
Yan sıradaki Fransız kızla sohbete dalıyorum. Göle varmadan önce Kalaw'da ineceklermiş. Oradan da 2 günlük bir yürüyüşle Inle Lake'e varacaklarmış. Yol üzerinde azınlık grupların yaşadığı köylerde geceleyeceklerini duyunca ne güzel fotoğraf kareleri yakalayabilirdim katılsaydım diye hayıflanıyorum. Keşke Bagan'da ayarlasaymışım böyle bir organizasyonu.

 Sıkıntılı ama renkli yolculuğumuz Kalaw'da yolcuların çoğunluğunun inmesiyle kesintiye uğrasa da bir saat sonra otobüs bizi bir yol ayrımında bırakıyor. İki İskandinav ve bir İngilizle taksi bulup pazarlık yapıyoruz bizi Nyaungshwe'ye götürmesi için. Bozuk bir yoldan kasabaya varıyoruz. Diğerleri kalacak yer aramaya gidiyorlar. 

Aquarius Inn'e giriyorum. Myanmar'da geceleyeceğim oteller, hosteller ve pansiyonlar arasında en sevimli, en temiz yer oluyor burası. Güleryüzlü evsahibesi minik bir cennete çevirmiş burasını. Odam çok rahat ve temiz. Yatak son derece rahat, tavanda bir pervane ve sineklik. Sekiz odalı ve oldukça ucuz olan bu pansiyona geceliği sadece 13 dolar ödüyorum. Kahvaltı da dahil. Daha yerleşemeden kapı çalınıyor. Bir kız elinde meyve tabağı ve yeşil çay. Tozlu yolculuktan bir anda sıyrılıveriyorum. 

Güneş batmadan çıkıyorum dışarı. Öyle küçük bir kasaba ki gece pansiyona dönmeden  bitirebilirmişim gibi duruyor.

 

Sabah saat 7.30'da kaptan gelip beni botların bağlı bulunduğu nehirdeki iskeleye götürüyor. S.S. Nyaungshwe Tekne Kooperatifi'nin hemen yanıbaşında sıra sıra dizilmiş 10 metreye varan boyuyla ince uzun teknenin tam ortasındaki plastik sandalyeye kuruluyorum. Kaptan, en arkada motorun yanında oturuyor. 

Sabah olmasına rağmen hava sıcak ve boğucu. Kanallardan göle vardığımızda esen hafif rüzgar rahatlatıyor beni. Bizimkiyle birlikte sayısız bot açılıyor kanallardan büyük göle. Kimi benim gibi turistleri taşıyor, kimi gölün çevresindeki köylerden insanları pazar yerlerine götürüyor, kimi de çuvallarla adamakıllı doldurulmuş, batacak gibi görünüyor.










Inle Lake
                                      
Göle açıldığımız noktada görüyorum meşhur Inle Lake balıkçılarını. Çok etkileyici bir manzara. 2-3 metrelik yekpare ağaç teknelerin üzerinde bir balıkçı, elinde ağı, koltuk altına ucunu sıkıştırdığı küreği bacağıyla idare ediyor büyük bir ustalıkla teknesini . Saatlerce izlesen sıkılmayacağın bir sahne. Yakaladığı balıkları hemen teknenin üzerinde ikiye ayırıp, gölün suyunda temizliyor ve teknenin gerisinde güneşin altında kurunmaya bırakıyor. Yüzlerce yıldır aynı işi yapıyorlar, belli. Bacağıyla küreği kontrol etmesi, balıkçının ağını iki eliyle rahatça kullanabilmesini sağlıyor. Yine de maharet isteyen bir iş.












Göl kıyısındaki köyler, haftanın bir günü gezici halk pazarlarını ağırlıyor. Bugün pazar Inn Dein'de kuruluyormuş. Bir saatlik doyum olmaz bir seyahat sonunda varıyoruz pazara. Burası göl kenarındaki ve çevredeki dağların eteklerindeki köylerden gelmiş farklı etnik gruplardaki rengarenk giysili insanlarla dolu. Bir köşede dokuma tezgahlarıyla Padaung kadınları boyunlarında ağır bakır halkalarıyla mallarını satıyorlar. Pazarın  girişi turistlere yönelik sıradan hediyelik eşya tezgahlarıyla kuşatılmış olsa da biraz ilerleyince daha canlı bir manzara bekliyor beni. Canlı bir pazar, sebzeler, meyveler, etler, giysiler, balıklar, kutu kutu ilaçlar, iplere dizilmiş tütün yaprakları. Dedim ya çeşit çeşit insan diye, siyah giysileri, kırmızı ağırlıklı başlıklarıyla Paolar, güneydoğudaki delta bölgesinden buraya yüzlerce yıl önce göçmüş Inthalar ve Myanmar'ın yüzde 60'ını oluşturan Bamarlar. Pazarın içinden geçip önce Schwe Inn Tha tapınağına giden yüzlerce metre uzunluğundaki üstü kapalı yola giriyorum. 

Dönüşte nehrin üzerindeki köprüden şahane pozlar yakalıyorum. Aşağıda, nehirde genç kızlar ineklerini yıkıyorlar. Pazara, renk cümbüşüne geri dönüyorum. Bir köşede berber küçük bir çocuğun saçlarını kesiyor. Zemin belli ki yıllardır temizlenmemiş. Yüzlerce insanın saç artıklarından bir halı oluşmuş.

Burada uzun uzun zaman geçiriyorum hiç sıkılmadan. Onlarca kare yakalıyorum. Mutluyum, gururluyum. 

Birşeyler yiyip tekneyle gölün kıyısına yakın ama direkler üzerine kurulmuş köyleri ziyaret ediyoruz. Çocuklar kendi boylarına uygun teknelerle okullarına, babalar balık avlamaya gidiyorlar. Evler, kümesler hep suyun üzerindeki bu direk ormanında kurulu. Köyün hemen ilerisinde yüzen sebze bahçelerine ulaşıyoruz. Plastik uzun torbalar suyun üzerinde salınıyorlar. İçlerinde toprak, toprakta yetişen kıpkırmızı domatesler, yine tekneleriyle çapa yapan insanlar. 





22 Mayıs 2012

MYANMAR, Bölüm 5

Nyaung U
Bagan

Dün bütün gün bisiklet üzerinde yaptığım gezide Bagan'ın en önemli tapınaklarını gördüğümü düşünüyorum. O yüzden elimdeki haritayı açıp alternatif bir rota bakıyorum. Yer bulabilsem bugün Inle Lake otobüsüne atlayacaktım aslında. Ama ancak yarın sabaha karşı sabah beşte kalkacak olan otobüse yer bulabildim. 

Haritayı önüme açıyorum. Çok erken uyanamadığımdan kahvaltıyı da aceleye getirmek istemediğimden zamanım bol. Güzergahımı belirliyorum. Dünkinden daha hafif bir bisiklet kiralayıp, kasabanın kuzeydoğu girişine yöneliyorum. Yolda birkaç kişi, beni asıl gezilip görülecek yerlerin tersine gittiğim için uyarıyorlar. Ama amacım tapınakların yayıldığı ovanın kuzeyinden başlayıp aşağı inen geniş bir yay çizmek. Önümde koca bir gün var ne de olsa. 


Yolun uzunluğu yüzünden biraz kararsızlığa düştüğüm oluyor; olsun vazgeçmek yok. Yol üstünde iki tapınağı geziyorum. Kanadalı bir çiftle biraz laflıyorum. Çıkıyorum, ani bir kararla ana yoldan sapıyorum. Birazdan Bagan'da fazladan bir gün geçirmek zorunda kalmamdan dolayı yaşadığım üzüntüyü tamamen unutturacak şeyler göreceğim. Kumlu toprak yol pedal çevirmeyi giderek zorlaştırıyor. Bazen inip bisikleti itiyorum.


Minnanthu köyüne varmadan bir-iki kilometre kadar önce sola ince bir patika ayrılıyor. Önce birkaç ahşap yapı görünüyor. Daha sonra gördüğümü nasıl tarif edeceğimi ise bilemiyorum inanın. Yaklaştıkça eni boyu 50 metre kadar geniş bir çukur görüyorum önce. Derinliği belki beş-altı metre. Çukurun içinde kocaman ahşap bir bina. Merdivenle iniyorum, bina yemek salonu, toplantı salonu gibi bir şey. Burası bir budist manastırı. Biraz önce yemekler yenmiş sanki, yemek vakti rahatsız etmediğime seviniyorum. İki rahip bulaşıkları yıkamaya başlamışlar. Bana seslenen ya da karışan yok.

Binanın etrafını dolaşıyorum. Çukurun yan duvarlarına tüneller oyulmuş. Biraz tereddüt ederek giriyorum birine. Tüneller birbiriyle içerden bağlantılılar. Benim girdiğim dar tünel ilerde küçük odacıklara açılıyor. Işık azalıyor, fotoğraf makinemin flaşıyla bakıyorum etrafıma. Bir yer yatağı, ot doldurulmuş bir döşek ve incecik bir hasır yastık. Rahiplerin yattıkları yer mi burası yoksa inzivaya çekildikleri bir köşe mi bilemiyorum. Arkamdan hafif bir ses duyup korkuyla dönüyorum. Arkasından vuran ışık sayesinde çok yaşlı bir rahibin bana doğru geldiğini görüyorum. Bana yaklaşıyor ve tünelin diğer ucuna doğru parmağını uzatarak onu izlememi işaret ediyor. Tünelden çıkıyoruz. Işığa çıkınca rahibin kör olduğunu anlıyorum, gözlerine beyaz bir perde inmiş gibi; elleriyle buluyor yolunu. Ardına düşüyorum merakla. Beni ahşap bir binanın küçük odasına götürüyor. Duvarlar sayısız fotoğrafla ve resimle dolu. Orada yaşamlarını sürdürmüş rahiplerin fotoğrafları. Odada halılar, minderler, dua ruloları üstüste duruyor. Hiç konuşmuyoruz. Birkaç dakika sonra beni kibarca uğurluyor. Hala aklım tünellerde çıkıyorum gün ışığına. 


Minnanthu'da su ve meşrubat molası veriyorum. Dün dönüş yolunun sağında gördüğüm Sulamani Paya'nın yanına varıyorum keçilerle dolu bir zorlu parkurun ardından. Oldukça etkileyici bir yapı. İçimi huzur dolduruyor nemli koridorlarında. Maya piramitlerine benzettiğim Dhamma var az ilerde. Korkutucu ve gizemli yapısıyla topraktan fışkırmış devasa bir yapı bu. Yorulmuşum, bahçesinde biraz oturuyorum ve kitap okuyorum. Buradan sevgili Ananda Pahto'ya bir uğrayıp veda eder, internet bağlantısını sömürür, otele dönüp eşyalarımı bırakırım. Belki birşeyler yiyip, erkenden yatarım. Sabah erkenden yollarda olacağım.




21 Mayıs 2012

MYANMAR, Bölüm 4

Bagan

Otobüslerin, daha doğrusu onlarca otobüsün uzun yolculuklarının yarısında motorlarını soğuttukları dinlenme tesislerini anlatmamak olmaz.  Ne de olsa benim kuşağım karamelli şekerlerin ikram edildiği bir çağın çocukları olarak mola yerlerini iyi biliriz ve severiz.

Gecenin bir saati uyandırılıyorum. İnmek istemiyorum, bırakın uykum var. Yok, mümkün değil. Herkesi indiriyorlar.  Çaresizce iniyorum. Aman allahım, yanyana sıralanan bütün otobüsler birbirine benziyor. Bir tane bildiğim  ya da okuyabildiğim harf yok. Sayılar bile Burma alfabesinde.  Geri geldiğimde ya bulamazsam. Neyse, rengini ve ön camının üzerindeki diğer birkaç figürü kafama kazıyor ve tuvaletlere doğru hızlı adım uzaklaşıyorum. Birşeyler yemeğe cesaretim yok, öyle bir karmaşa var ki.








Sabaha karşı 4 sularında Nyaung U'nun küçük otobüs terminaline varıyoruz. Dün yer ayırttığım New Park Hotel, beni alması için birisini göndermiş. Birisi derken,   kemikleri sayılan bir attan ve yarısından kesilmiş gibi duran bir at arabasından müteşekkil makam arabası  demek istedim. Hafif bir şaşkınlığın ardından at arabasına kuruluyorum. Serin havanın ve ay ışığının az da olsa aydınlattığı toprak sokakları geçiyoruz. Gece çiçek kokuyor. İşte otel de göründü. Resepsiyonda kocaman bir döşek, üstünde iki adam horul horul uyumakta. İri yarı olanı kalkıyor. Benim ayırttığım oda    bir-iki saat sonra boşalacakmış. Orada kitap okuyarak zaman geçiriyorum. Odama kavuşup azıcık kestiriyorum. 1947 model bir Çin bisikleti kiralıyorum. Minik Volkswagenler kadar ağır mübarek. Olsun, önündeki sepet bütün ıvır zıvırımı alacak kadar büyük.

Nyang U, muhteşem Bagan bölgesinin birkaç kilometre kadar kuzeyinde. 4000'in biraz üzerinde budist tapınağın yeraldığı Bagan'ın inşası 11. yüzyılda başlamış ve 1287'de Moğol istilasından birkaç yıl önce tamamlanmış. Zamanında ahşap işçiliğinin en güzel örnekleriyle bütünleşmiş bu tapınaklardan, bakımsızlığa, yağmaya, erozyona, depremlere ve hatta yanlışlarla dolu restorasyonlara rağmen kırmızı tuğlalarıyla sayısız pagoda ayakta kalmış.

Bagan'ın Angkor Wat kadar güzel olduğunu söylemek mümkün. Sizi her tapınakta ayrı bir sürpriz karşılıyor. Özellikle geniş bir alana dağılmış tapınakları bisikletle geziyorsanız. Ki bence son derece iyi bir fikir. Angkor Wat'ın beni en etkileyen tarafı sık ve vahşi bir ormanın tam ortasında, orman tarafından boğazından yakalanmış gibi duran bir dünya mirası olmasıydı. Cangıl, o güzelim yapıları,  -kötü yaratıkların en vahşisi- insan oğlundan korumuş korumasına ama sonunu da o getirecek gibi duruyor. Bagan ise Angkor Wat'ın alan olarak bir kaç katı büyüklükte ve açık bir arazide kurulu.

Kasabanın içindeki Schwe-zi-gon Paya'ya gidiyorum. Girişte iki yana sıralanmış hediyelik eşya satıcılarının ısrarı, yol yorgunu olan beni iyice yoruyor. Üstelik bisikletin sepetinde gezi rehberini ve haritamı unuttuğumu hatırlayıp fazla zaman geçirmeden atıyorum kendimi dışarıya. Güneye, tapınaklara giden iki ana yoldan nehre yakın olanına, Bagan-Nyaung yoluna dönüyorum. Daha Eski Bagan'a varmadan bir tepenin üstünden bütün ihtişamıyla tapınaklarla dolu kocaman bir ova seriliyor önüme, nefesim kesiliyor. Tektük ağaçların arasında tuğla kırmızısı tapınakların renkleri öyle güzel ki. Toprak yoldan ayrılan sürüyle patikalar sizi ayrı bir tapınağa veya küçücük pagodalara çıkarıyor. Bisiklet sürerken dikkatli olmak lazım, kumlu bir toprak yol bu demeye kalmadan tepetaklak oluyorum.  Sıyrıklara şişliklere aldırdığım yok, fotoğraf makinesini aceleyle kontrol ediyorum. Of neyse önemli bir şey yok. Flaşının üzerinde eski mahkumların yüzündeki falçata izlerine benzer bir izle geçiştirdik galiba. Zaten bisikletim dökme demir gibi ağır. Yarın kesin değiştireceğim bu bisikleti.

Ananda Pahto
Eski Bagan'ın girişinde Bagan'ın bekçisi ve tapınakların en güzeli Ananda Pahto karşılıyor ziyaretçileri. Sıcak artıyor, yanıyorum. Komik tepkilere aldırmayıp bir büfeden Tannaka alıyorum, satıcı kadın yüzüme, boynuma ve kollarıma sürmeme yardım ediyor. Boynum kameranın kordonundan kıpkırmızı olmuş bile.

Ananda Pahto'nun içi gölgelik ve serin. Arkasında rengarenk çiçeklerle dolu bir avlu var. Zemindeki taşlar ayaklarımı yakıyor; bir ağacın gölgesine kaçıyorum ve ağacı çevreleyen banka oturuyorum. Başımı kaldırınca bir levhada ücretsiz wifi noktası yazısını okuyunca çenem düşüyor şaşkınlıktan. Binlerce yıllık tarihin ortasında, çevresindeki ülkelerin onlarca yıl gerisindeki Myanmar'ın göbeğinde, kilometre kareye bir-iki kişinin düştüğü bu mekanda internet erişimi ha. Tabi ki hızlıca mesajlar kontrol ediliyor ve hatta Pekin'le görüntülü görüşmeler yapılıyor, son dedikodular alınıyor, haberlere bir göz atılıyor, sansürsüz facebook falan, oh ne keyif. Kızgın zeminden çizgi film kahramanı tadında bir koşu tutturuyor ve seke seke tapınağa dönüyorum. Bahçede, Wuhanlı dört Çinliyle kısa bir sohbet. Memleketten birilerini bulmuş gibi keyifleniyorum.

Ardından -Be Kind to The Animals-The Moon isimli Bagan'a her gelenin öve öve bitiremediği vejeteryan bir restoranda nefis bir öğle yemeği. Çay yapraklı salata, baharatlı çapati dürüm ve ölümcül avokado lassi. Dünya varmış.

Ayeyarwady nehrinin kıyısına iniyorum yokuş aşağı. Bot turları varmış duyduğuma göre. Ne nehir ne de botlar çekici gelmiyor. Geldiğim yoldan dönüyorum. Gelirken gözümden kaçan küçük bir tapınakta su molası veriyorum. Nasıl görmemişim hayret. Kıpkırmızı çiçekler dallarda, yerlerde. Yumuşacık, mis kokulu, üstüne basmaya kıyamayacağınız bir halı. Tapınağın içine giriyorum. Unutmadan eklemekte fayda var. İrili ufaklı bütün tapınakların içinde 4 ayrı yönde, 4 ayrı pozisyonda oturan veya ayakta duran Buda heykelleri var. Kimi tapınakta duvar yazıları, karanlık ve serin koridorlar, yıkılmış merdivenler, kimisinde insan kalabalığı, Buda'ya sunulan meyveler ve tütsüler.

1975 yılında 6,5 rihter ölçeğinde bir deprem tapınakların çoğuna zarar veriyor. Ama kısa bir sürede UNESCO'nun da yardımıyla rekonstrüksiyon çalışmaları başlıyor. 1990'da askeri hükümetin zoruyla Bagan'da yaşayanlar arkeolojik merkez ilan edilen Eski Bagan'ın 4 kilometre güneyine yeni inşa edilen yerleşim merkezinde yaşamaya zorlanıyorlar: Yeni Bagan.


Yeni Bagan'a giden yolun manzarası enfes. Sağlı sollu tapınaklar arasından hafif inişli çıkışlı yollarda bisiklet sürmek o kadar keyifli ki. Neyse ki tanakam var, güneş yanığıyla uğraşmayacağım. Kısacık güzergahım üzerinde Myinkaba isimli bir köyden geçiyorum. Bagan'ı yukarıdan seyretmek isteyenler işte burada balon turuna kayıt yaptırıyorlar. Sokaklar çocuklarla dolu. Cıvıl cıvıllar. Seninle iletişim kurmaya çalışıyorlar, seninle kendilerince dalgalarını geçiyorlar, kahkahalarla gülüyorlar, seni de güldürüyorlar.

Yeni Bagan zaman kaybıymış. Eski Bagan'a kadar, geldiğim yoldan gerisin geri dönüyorum. Yorulmaya başlamışım. Kasabanın güneyinde Nyaung U'ya giden ikinci büyük yoldan yukarı çıkmaya karar veriyorum. Bu yolun sağında gün batışının ya da doğuşunun-tam emin değilim- seyredildiği en ideal yer olan Schwe-san-daw Paya ve sonra bölgenin en büyük ve gizem dolu görünüşüyle, biraz Maya piramitlerini andıran, Dhamma-ya-gyi Pahto görünüyor uzaktan.









18 Mayıs 2012

MYANMAR, Bölüm 3

Botataung
Yangon

Akşam saat altıda otobüsle Bagan'a gideceğim. Yani şehri gezmek için bol bol vaktim var. Bütün garsonlarının yüksek sesle şarkılar söylediği Motherland Inn 2'nin minik restoranında kahve, bir dilim ekmek, marmelat ve yağda yumurta ile güçlü bir kahvaltıdan sonra ver elini Yangon sokakları.



Güneyde, limana yakın bir bölgedeki Botataung Paya, kentin 3. büyük pagodası. Bugün hava oldukça sıcak ama nasıl güzel bir mavi gökyüzü var anlatamam. Aslında Botataung planlarımda yoktu ancak Sula Paya'yı gördüğümde yaşadığım hayalkırıklığı yüzünden bir değişiklik yapmak durumunda kaldım.










Girişte tabi yine ayakkabılar çıkıyor, bilet parası ödeniyor. Kalabalık burası. Sanırım Buda'nın saç teli çekiyor bu kadar insanı. Pagodanın iç yapısı çok ilginç. Yukarıdan bakınca sekiz köşeli yıldız şeklinde olduğunu varsaydığım odalardan geçiyorsun. Bilim-kurgu filmi gibi. Tarkovsky'nin hiç bitmeyen Tokyo otobanlarına benziyor. 
























Sula Paya
Uzun bir yürüyüşün ardından hemen Sula Paya'nın güneyindeki Mahabandoola Garden'a ulaşıyorum. Küçük, yeşil ve huzur dolu bir park burası. Ortasında Özgürlük Anıtı'nın bulunduğu bu park yakın geçmişte Budist rahiplerin hükümete karşı ayaklandıkları 2007 olaylarında önemli bir toplanma yeri olmuş.

Hayal kırıklığına rağmen Sula Paya'ya girip bir-iki  kare fotoğraf çekiyorum. Yok, yine ısınamadım buraya.

Biraz ilerde Myanmar'daki ilk wifi deneyimimi yaşayacağım Cafe Kiss'e oturuyorum. Soğuk birşeyler içip mesajlarımı kontrol ediyorum. 













 Sri Kali, kentin irili ufaklı Hint tapınaklarından sadece biri. Şansıma tadilat yapılıyordu, içeri giremedim. O kadar renkli bir yapı ki, çok hoşuma gidiyor. Bonyoke Market'a geçiyorum burada fazla vakit geçiremeden. Hediyelik eşyaların doldurduğu koridorlardan geçip, dün yemek yediğim sokak satıcısında karnımı bir önceki menü ile doyuruyorum. 

Otobüs saati yaklaşıyor. Yol üstünde bir diğer Hint tapınağı Sri Dewi var. Deli gibi bir yağmur başlıyor. Yok yok ben bugün Hint tapınaklarına giremeyeceğim. Tanrı beni budist pagodalarına itekliyor sanki. 

Hostele varıyorum yarı ıslak. Dün gelir gelmez aldığım otobüs biletimi bulamıyorum, panik başlıyor. Resepsiyondaki kızlar durumumu görüp müdahele ediyorlar. Bir kağıda biletimi katbettiğimi not edip elime tutuşturuyorlar. Taksiye biniyorum iki fransız turistle. Nasıl bir trafik var, umarım kaçırmayız otobüsü. Bollywood filmlerindeki gibi bir otobüs terminaline varıyoruz zar zor. İnsan ve araç kalabalığından iğne atsan yere düşmez. Koltuk numaram 29. Otobüsün yarısı yabancı turist. Dokuz saati bulan yolculuğum başlıyor.

NOT: Anlatmadan geçemeyeceğim. Her ne kadar turist sayısı çok fazla değilse de otellerde, hostellerde ve pansiyonlarda yer bulmak bazen zor olabiliyor. O yüzden Yangon'a vardığımda ilk işim resepsiyondan bir sonraki durağım olan Bagan için bir yer ayarlamak ve otobüs bileti almak oldu. Bununla ne kadar doğru biriş yaptığımı Bagan'a vardığımızda otobüstekilerin büyük çoğunluğunun gecenin saat dördünde kapı kapı gezip yer derdine düştüklerinde anladım.
 

 

16 Mayıs 2012

MYANMAR, Bölüm 2

Bonyoke Market
Kunming-Yangon

Aktarma yapacağım Kunming havaalanına gece saat on gibi indim. Yangon'a saat sabahın dokuzunda kalkıyor uçak. Yani onbir sıkıcı saatim var önümde. Önce kendime rahat zaman geçirebileceğim bir yer bulmalıyım. Çin'in belli başlı büyük şehirlerinin dışındaki bütün şehirlerde olduğu gibi modern görünüşlü ancak fahiş fiyatlı ve kötü servisi olan bir kafede oturuyorum. Lezzetsiz bir kahvenin ardından geceyarısı kapattılar. Yukarı kata kontuarların olduğu kata çıktım. Ne güzel kimseler yok. Rahat bir bank bulup ayaklarımı uzattım, kitabımı açtım. Önce üç güvenlik görevlisi kesmeye başlıyor beni uzaktan, sonra kendi aralarında uzun süre tartışıp bir dördüncüyü arıyorlar telefonla. Gelen kız aralarında İngilizcesi olup uykusundan uyandırılmanın mahmurluğu ile beni orada oturamayacağım konusunda yarı-kibar uyarıyor. Kös kös aşağı kata iniyorum.

Uykusuz ve serin bir geceydi. Ama beni başka bir sürpriz bekliyor. Uçağım Çin'den ayrılmadan önce bir de Nanning'e uğrayacakmış. Homurdana homurdana uçağa biniyorum. Uyumuşum. Nanning'de pasaportumun yeniliği, Çin'e giriş mührünün olmaması yüzünden gümrükte hafif bir gerginlik oldu. Ben de alttan almayıp, -Bu pasaportu nereden aldınız?- sorusuna, -O pasaportu ben yaptım- diye cevap verince uçağı kaçırmama ramak kalıyor. 

Aksiliklere rağmen Yangon'a sadece bir saatlik gecikmeyle indik. Soğuk Pekin'den sıcacık bir havaya inmek yaşlı kemiklerimi ısıttı. 

Yangon























Hostel'in gönderdiği arabaya diğer gezginlerle birlikte bindim. Hostele ulaşmak bir saati buldu. Yolda gördüklerim beş yıla yakın bir zamandır yaşadığım ve artık aşina olduğumu sandığım Asya'da daha önce gördüklerime benzemiyordu. Farklı bir hayat, yoksulluk ve köhnelik sürüyor burada. Daha sonra ne demek istediğimi anlatacağım, şimdilik kısa kesiyorum.

Myanmar değişik bir ülke. Diğer ülkelere göre saat farkı buçuklarla belirlenmiş tam saatlerle değil. Yani Pekin'den 1,5 saat gerideyiz. Bir de haftada 7 değil 8 gün var. Çarşamba günü öğleden önce başka bir gün, öğleden sonra başka bir gün sayılıyor. Taşıtların büyük bir kısmının direksiyonları sağda, trafik de sağdan akıyor. Bu nasıl iş aklım almıyor.

Resepsiyonda sıcak bir karşılama. Odaya eşyalarımı bırakıyorum. Çok yorgunum ama kendimi dışarı atmak içi sabırsızlanıyorum. Çıkıyorum. 
























Güneydoğu Asya'nın diğer ülkeleri gibi insanlar burada da günü ve geceyi sokaklarda yaşıyorlar. Adım başı ufacık bir tezgahta, ocakta birşeyler pişirenler, haşlayanlar, kızartanlar, satıcılar, alıcılar, para bozduranlar, dini kitap satıcıları. Daha önce bahsettiğim köhnelik Küba'daki gibi, yoksul ve rutubetli ülkelere özgü bir köhnelik. Yosun tutmuş dış duvarlarıyla eski zamanların görkemini taşıyan yaşlı binalar, birkaç metre sonra son nefesini verecekmiş duran otomobiller ve otobüsler. 

İlk durak Sula Paya. Teravada Budizminin hakim olduğu Myanmar, dini son derece yoğun biçimde yaşıyor. Şehrin dört bir yanı tapınaklarla dolu doğal olarak. Sula Paya, başkentin üç büyük tapınağından biri. Hemen karşısında Bengal Sünni Camisi dikiliyor. Mantralar ezan sesine karışıyor. Müslümanların çoğunluğu Bengal ve Hint kökenli. Çok renkli bir şehir Yangon. Rengarenk giysili rengarenk insanlar.

Sula Paya
Umarım yarın da gri olmaz gökyüzü bugünkü kadar. Pekin'den bıkmışım bu yüzden zaten. Fotoğraf çekmenin zevki kalmıyor. 

Kuzeye dönüyorum. Bonyoke Market'te ara sokakların birinde gecikmiş öğle yemeğimi yiyorum. Oldukça lezzetli ve ucuz. Elimde harita Schwedagon Pagoda'ya yollanıyorum sonra. Angkor Wat'la yaklaşık aynı zamanlarda, 11. yüzyılda inşa edilmiş olağanüstü bir yapı. 

Schwedagon Pagoda
Önceden planlamadım ama beş-altı saatimi burada geçireceğim. Girişte ayakkabılar, terlikler çıkartılıyor. Yerler temiz mi? Değil, yine de yorgunluktan sızlayan ayaklarıma iyi geliyor çıplak ayakla yürümek. Hiç bitmeyecekmiş gibi duran merdivenlerden çıkıyorum.
























İlk gözüme çarpan sıra sıra dizilmiş yirmi kadar genç kadının ellerinde basit süpürgelerle sistematik bir biçimde ve sıralarını bozmadan yanyana durarak zemin süpürmeleri oluyor. Pagodanın etrafını tavaf ediyorlar bu şekilde. Sonradan bu kadınların haftanın hangi günü doğdular ise o gün buraya gelip bu temizliği yaptıklarını öğreniyorum bir budist rahipten.

Hava hala gri, hatta bir ara yağmur bastırıverecekmiş gibiydi. Havanın kararmasını bekleyeceğim birkaç güzel kare yakalamak amacıyla.  Gece saat ona kadar açıkmış tapınak. 

 Bir sütunun dibine oturuyorum. Myanmarlılar sıcakkanlı insanlar. Gelen geçenle sohbet ediyorum. Biraz İngilizce bilenler hemen yanaşıyorlar. Israrcı değiller, sıkmıyorlar adamı. 





























Kamboçyadakiler gibi ısınıveriyorum bu halka da. Önce bir baba-oğulla sohbet ediyoruz. Baba, oğlunun yabancı dil öğrenmesi için içten bir çaba harcıyor belli. Ona İngilizce ve Çince dersleri aldırıyormuş. Sonra Otama'yla tanışıyorum. Bir Budist rahip. Ardından emekli bir öğretmen. Myanmar tarihi hakkında bilgilendiriyor cahil kafamı.
























Karanlık çöküyor ağır ağır. Burada zaman yavaş ilerliyor belli ki. Huzur doluyum. Kalabalığa rağmen öyle sessiz ki her yer. Güleryüzlü insanlar, buldukları gölgelerde meditasyon yapan insanlar, eski dua rulolarını öne arkaya sallanarak okuyan rahipler. Şehir karanlığa batarken, Schwedagon altın kaplamasıyla gecenin içinde, yıldızlardan yeryüzüne inmiş bir uzay gemisi gibi ışıl ışıl.

Hostelden aldığım fotokopi şehir haritası ve pusula yardımıyla dönüyorum hostelime. Ayaklarım yorgun bedenimi taşımaktan bitap karanlık sokaklarda yürüyorum. Yoksulluğa ve karanlığa inat güvenli bir ülkedeyim, rahatım. Duş bile alamadan yatıyorum.



İlk günden bazı notlar:

1- Yangon kargalarıyla ünlü olsa gerek. Sürülerle karga gökyüzünü, parkları ve ağaçları doldurmuşlar.
2- Kadınların ve çocukların   yanakları krem rengi bir boyayla kaplı. Bir ağacın kurutulmuş dallarından yapılıyormuş. 2000 yıldır kullanılıyor Tanaka. Sıcaktan koruma amacının yanısıra kozmetik bir işlevi de varmış. Bagan'da güneşin altında pedal çevirirken işime yarayacak. Tek sorun erkeklerin pek kullanmıyor oluşu. Bakalım toplumun bana tepkisi ne olacak?
3- Akşamları sokak lambaları yanmıyor. Dükkanların ve tezgahların ışıkları olmazsa hepten karanlık olacak. Kaybolmamak için çaba sarfetmek lazım.
4- Tamam internet yok, ama GPS bile çalışmıyor. Yanımda pusula taşımıyor olsam ne yapacaktım ben?
5- Onlarca çeşit tropikal meyve dolu satıcıların önü. Yeşil ve ekşi mango sıcakta iyi geliyor. Favori içeceğim lassi, özellikle avokadolu olanı.
6- Tapınaklara girerken ayaklar çıplak olmalı demiştim. 20. yüzyılın başlarında işgalci İngilizlere karşı yapılan ayaklanmaların birinde ilk kıvılcımı çizmeleriyle tapınağın birine giren İngiliz askerleri olmuş.




14 Mayıs 2012

MYANMAR, Bölüm 1

Pekin-Kunming 

Hazırlıklar, Ön Bilgiler

Birazdan evden çıkacağım. Sırt çantam, kamera çantam, omuz çantam ve ben. Aslında geç bile kaldım. Geçtiğimiz ocak ayının sonundaki uzun tatilde yani Çin yeni yılında Thomas'la birlikte gidecektik bu geziye. Planlar benim geçirdiğim ağır bir soğuk algınlığı yüzünden değişti. Thomas yalnız gitmek zorunda kaldı. Benim gidişim ise Mart'ın başını buldu. 

Hazır yalnız gidiyorken neden gezi süresini uzatmayayım diye düşünüp on güne çıkardım kalışımı.

Ağır mı ağır sırt çantamı alıp çıktım. Taksi bulana kadar geçen sürede sırtımda taşıdığım, Silk Market'tan yarım saatlik bir pazarlıkla 400 RMB'ye alınan bu güzel çantayı sadece bu kısa mesafe ve sürede sırtımda taşıyacağımı önceden bilemezdim tabi. On günün sonunda evin kapısında girene kadar ya bir taksinin bagajında, ya bir otobüsün üstünde ya da bir at arabasının arkasında taşınıp durdu garibim.

Pekin'de taksi bulmak iyice zorlaşmaya başladı. Sayıları yetersiz, şoförler dil bariyeri yüzünden anlaşamayacaklarına emin oldukları (?) yabancıları araçlarına almayı tercih etmiyorlar. Uzun bir süre yürüdükten sonra zar zor bulabildim taksiyi. Yalnız ve tatil amaçlı başka bir ülkeye yaptığım ilk gezi olduğundan mıdır nedir, erken çıkmışım evden. T2 terminaline uçuştan iki saat önce vardım. Daha kontuar bile açılmamış.

Uçak bir saat rötarlı kalkınca bekleme sürem de uzadı. Yanıma baijiu şişesini fondip yapıp bitirdiğini tahmin ettiğim birisi de binince uçak yolculuğu tadından yenmez oldu. İlk fırsatta uyumaya çalışmalı ve horlayarak intikamımı almalıyım.

Uyuyamayınca Tolkien'in -Hurin'in Çocukları-'na başladım. Yolculuk boyunca okuyacağım 5 kitaptan ilkiydi bu. Tabi Myanmar'da geçirdiğim zaman içinde en büyük desteğim Lonely Planet-Myanmar sayılmazsa.

Herşey umduğum gibi giderse ilk 2 günü başkent Yangon'da , sonra 2 günü tapınaklar bölgesi Bagan'da, Inle Lake bölgesinde 2 günü, daha karar veremediğim bir sahil kasabasında 1-2 günü geçireceğim. Esnek bir program yapmaya çalıştım. Bunda Thomas'ın benim katılamadığım gezisindeki deneyimlerinin de büyük payı var. Örneğin gezinin Mandalay-Eski Başkent ayağını onun anlattıkları ışığında iptal edip, deniz kenarında kalmayı seçtim.

Lonely Planet ve benzeri gezi kitapları, gezi siteleri ısrarla şu tavsiyelerde bulunuyorlar Myanmar için.

1-  Grupla gezmek yerine tek başınıza takılın. Böylece cuntanın yarım yüzyıla yakın bir zamandır başında olduğu hükümete ait turizm organizasyonlarına, otellere, restoranlara para kazandırmamış olursunuz.
2-  Gezinizde olabildiğince bu hükümete bağlı yerlerden uzak durun. Hangi işletmelerin hükümete bağlı olduğunu Myanmar'la ilgili sitelerde bulabiliyorsunuz.
3-  Yerel halkla politika konuşmayın. Hem onları hem de kendinizi zor duruma sokmuş olursunuz. Ancak mutlaka sohbet edin. Ne kadar yumuşak başlı insanlar olduklarını ve dışa açık, meraklı insanlarla karşı karşıya olduğunuz kısa sürede anlayacaksınız.
4-  Yanınızda Amerikan doları bulundurun. Ama sıradan dolarlar değil, matbaadan yeni çıkmış gibi gıcır gıcır, tertemiz, kırışıksız, lekesiz dolarlar. Yoksa hiçbir yerde paranızı bozduramazsınız, kabul etmezler. Bu dolarları bir şekilde temin ettiyseniz, sakın cüzdanınızda taşımayın. Bir kitabın arasında muhafaza edin. Hostellerde para bozdurabilirsiniz. Havaalanındaki ofislerden veya Bonyoke Market'taki tezgahlardaki adamlardan uzak durun. Eksik ve sahte para vakaları yaşanabilir.
5-  Yaptığınız plan tren yolculuklarını içeriyorsa yanınıza bir yastık almayı unutmayın. Tren koltukları çok rahat değil. (Ben bütün yolculuğum boyunca trene hiç binmedim, ama Thomas'ın verdiği yastık benimle Inle Lake'e kadar geldi ve oradaki Aquarius Inn isimli sevimli ve temiz pansiyonda unutuldu). El feneri, sivrisinek kovucu da taşınması tecrübeyle sabit olmazsa olmazlar.
6- Myanmar demek Aung San Suu Kyi demek. Ben döndükten kısa bir süre sonra 45 sandalye için yapılan parlamento seçimlerinde 44 sandalyeyi Suu Kyi'nin NLD'si kazandı.