19 Kasım 2006

İç Dökme...

Neden görüşüyorum ya da görüşmeye çalışıyorum bütün arkadaşlarımla? Uzun zamandır, kimileriyle on küsur senedir görüşmediğim arkadaşlarımla. Yanıtı önemli mi bu sorunun? Gerekli bir soru mu yoksa gereksiz mi? Ee, insan beş seneye yakın bir süredir neredeyse hiç çalışmamışsa ve bir sürü boş zamanı varsa, yılda kırktan fazla kitap okumak, ikibin şarkılık bir mp3 koleksiyonunu dinleyerek yürüyüşler yapmak, bir sürü favori tv dizisini takip etmekten başka şeylere de vakit bulabiliyor işte. Ne mi, tabi ki kendiyle başbaşa kalıp, ilgili ilgisiz, binlerce şeyi düşünmek, içinden konuşmak. Hatta bu içsel sohbetler o kadar yoğunlaşır ki bunalırsın, unutmamak için, onlarda edebi bir değer de olabileceğini düşünerek-umarak kendine bir ses kayıt cihazı hediye ettirirsin. Kafandaki düşünceler, acayip maymun iştahlıdır. Herkesi, herşeyi yiyip bitirmek ister bazen. Bazense duvarın dibine çömelip saklanmak, içine kapanmak, tam bir sessizlik ister.

Bir kere ulaşınca onlara, tekrar görüşebilmek için çabalayacak mıyım ilerde? Yoksa sadece içimi mi rahatlacak, iyi olup olmadıklarını görmek. Bilmiyorum. Belki bir seneden az bir süre sonra, neresi olduğu belli olmayan bir ülkeye gidecek olmak yaptırıyor bana bunu. Şimdi bir tek Oğuz kaldı, nerede ve nasıl olduğunu bilmediğim. Onu da bulacağım, biliyorum.

Bir veda yazısı gibi geldi birden gözüme yukarıdakiler. Sanki dönüşü olmayan bir yola giden birisinin son çırpınışları, kendisiyle yüzleşmesi, günah çıkarması, son dedikoduları duymaya çalışması, arkasında vedalaştıklarının kafasında soluk da olsa bir imge bırakmak istemesi gibi.

Yok, öyle değiller.

15 Kasım 2006

Soldan başlarsak: Cem, ben ve Bülent.
İkibuçuk yaşına yaklaşmış sayfamın adı YOLLARDA. Ama hiç yol fotoğrafı yok dedik. Alın size yol fotoğrafı. (Bu fotoğraf, yoğun bir siste, arkadan gelen arabaların çarpma ihtimallerinin yüksek olduğu bir anda çekilmiştir.)

İsaören Köyü'nde Bir Öğretmen


Biraz zaman geçsin istedim üzerinden, Cem'le birlikte yaptığımız günübirlik İnegöl seyahatinin. Bugün yine erken başladım güne. Hastane, belediye, tapu, banka ve banka. Sonra eve alışveriş ve dönüş.

İşte zamanı geldi. Nasıl başladığını anlatmaya başlamadan önce, filmin sonunu anlatayım. Muhteşem bir finali var. Oniki yıldır görülmeyen, üniversite yıllarında çok sevilen, çok kitap az mektup paylaşılan bir arkadaşı ziyaretin sonu gerçekten çok güzeldi. En güzeli ile geçtiğimiz pazar gününden beri aklımda kalan tek bir imge. "Ne güzel bir aileydiler, nasıl da birbirlerine yakışıyorlardı üçü de." Özeti bu.

1993'te ayrılan yollarımız, beni de Cem'i de Bülent'i de ne kadar farklı yollara sürüklemiş, şahit olduk sohbet ettiğimiz süre içinde. Bülent'in nasibine Siirt'te dokuz yıllık bir öğretmenlik düşmüş. Türlü zorluklar, unutulamayan dostluklar ve yakınlıklar, yokluklar, uzaklıklar, hasretler, terör korkuları, kimsenin görmediği, bilemeyeceği apacı gerçekler. Ama Fatma ve Alperen'le sımsıkı, sımsıcak, içiçe ve küçücük-kocaman bir aile.

Şimdi Bülent, bir köyde öğretmen eşiyle beraber. Oğulcukları da aynı okulun kreşinde. Bize bol bol anlattı, o hızlı ve bazen anlaşılamayan konuşmasıyla. Yeni eğitim sisteminden bahsetti; el yazısından, her sınıfta bulunan bilgisayarlardan ve internet bağlantısından, almayı planladıkları projeksiyon makinasından, kalite yönetiminden, öğlen öğrencilere verilen yemeklerden, mantar panoda motivasyon amaçlı notlardan. Ben kendi hesabıma çok bilgilendim. Yemyeşil İsaören Köyü de ayrı bir güzeldi. Sıra sıra meyve ağaçları. Kirazlar, şeftaliler, elmalar vesaire.

Gördüğüm en güleryüzlü ve sıcakkanlı Alperen'le oynadık azıcık, ortak tutkumuz Fenerbahçe'den bahsettik bıkmadan, okul anılarından, unutulmuş anılardan falan.

Belki de yaptığım en rahat araba yolculuğuydu Ankara-İnegöl yolu. Kolay değil, gidiş geliş tam yediyüzelli kilometre, sekiz saat. Ama Cem gibi bir yol arkadaşıyla hemencecik bitiverdi.

Sözün kısası , çok güzel bir gündü. Güzel insanlarla birlikteydik. Güzel insanlara, ailelerimize döndük.

Bülent, gözüm açık dönmedim Ankara'ya. Belki bir daha ya görüşürüz, ya görüşmeyiz. Ama içim rahat, seni iyi ellere emanet etmişler.

09 Kasım 2006

Ve Sonuç...



Fatih Usta İş Başında...


Birkaç telefon ve bir aydan sonra, sonunda BAŞATDER'de "Dünya Yemekleri" kursuna başladım. Beklediğimden daha profesyonel bir atmosferde ve son derece sıcak insanlarla, şarap eşliğinde yemek yapmak muhteşem.

Zaten son günlerim yoğun bir şekilde, Rachel Ray ve Jamie Oliver'ın yemek programlarını seyretmek, eski yemek dergilerinden tarifleri çıkarmak ve pişirmekle geçiyor. Yani adamakıllı sardı bu iş beni.

Kurstan Elif'in kanıma bulaştırdığı CIA - Culinary Institute of America ise iki gün ve gece boyunca hayallerimi süsledi. Nasıl gidebilirimi araştırdım, zor gibi. Önce Didem'in tayin yerinin belli olması lazım. En kötü ihtimalle, gideceğimiz yeni ülkede, tabi varsa, bir yemek okuluna gitmeli.

İlk ders, nefis bir Çin tavuk yemeği ile başladı : Kung Pao Chicken. Yanıda sebzeli noodle ve salata; gayet yakıştılar.

Gecenin en önemli noktası, benim kurstan son derece tatmin bir biçimde ayrılmamdı.